1. D. S. ve Ku.. S. 9

MECLİS-İ MEBUSAN'IN TOPLANMASI VE MİSAK-I MİLLİ (Ulusal Ant) (*)

Amasya'da ortaya konan Erzurum ve Sivas Kongreleri ile gücünü gösteren ulusal iradenin üstünlüğü karşısında "Meclis-i Mebusan"ın toplanması kabul edilmişti. M. Kemal Paşa, Meclis'in çalışmalarını izlemek için açılıştan önce Ankara'ya geldi. Milletvekillerinin maneviyatlarını güçlendirmek isteyen M.Kemal Paşa, onlara, durumun sanıldığı gibi korkunç olmadığını anlatıyor, bir amaç etrafında toplanmalarını Meclis'te Kuva-yı Milliye ruhunu sürdürmek için bir Müdafaa-i Hukuk Grubu kurmalarını ve kendisini de bu Meclis'e başkan seçmelerini istiyordu. Kendisi Meclis'e katılmayacak olmasına rağmen, başkan seçilmeyi ve Müdafaa-i Hukuk'a dayanan Meclis'in kendi istediği gibi kararları alacağını düşünüyordu.

Meclis'te kendi iradesinin etkisiz kalacağı endişesine düşen Padişah, İstanbul'da seçimleri İttihatçıların kazandığını ileri sürerek Meclis'in toplanmasını geciktirdi. Meclis 12 Ocak 1920 Pazartesi günü Padişah'ın beyannamesinin okunmasıyla açıldı. Fakat M. Kemal Paşa'nın istekleri yerine getirilmedi. M. Kemal Paşa Meclis Başkanlığı'na seçilmediği gibi "Müdafaa-i Hukuk Derneği" Grubu da kurulamadı. Milliyetçi üyeler "Felah-ı Vatan Grubu"nu kurdular. Bu grup, M. Kemal Paşa tarafından Sivas'ta hazırlanmış bulunan "Misak-ı Milli" metni üzerinde 22 Ocak'ta gizli bir toplantı yaptı ve 28 Ocak'ta gizli bir toplantı da, çok az değişikliklerle bu metni kabul etti. Meclis 17 Şubat 1920 tarihinde bu kararı açıkladı. Ulusal Ant anlamını taşıyan "Misak-ı Milli"ye göre:

"1- Osmanlı Devleti'nin 3O Ekim 1918 tarihli ateşkes imzaladığı tarihte düşman ordularının işgali altında bulunan Arap memleketlerinin durumunun, halkın serbestçe verecekleri oya göre belirlenmesi gereklidir. Bu ateşkes sınırları içinde Türk ve İslam çoğunluğu bulunan kısımların tümü, hiç bir şekilde ayrılık kabul etmez bir bütündür.
2- Halkın oyu ile anavatana katılmış olan üç sancakta (Elviye-yi Selase, Kars, Ardahan, Batum) gerekirse halkın oyuna başvurulmasını kabul ederiz.
3- Türkiye barışına bırakılan Batı Trakya Hukuki durumunun saptanması da halkın tam bir· hürlükte verecekleri oya uygun olmalıdır.
4- Hilafet merkezi ve Osmanlı Devleti'nin başkenti olan İstanbul Şehri'yle Marmara Denizi'nin güvenliği her türlü zedelenmeden korunmuş olmalıdır. Bu esas kabul edilmek şartıyla Çanakkale ve İstanbul Boğazları'nın dünya ticaret ve ulaşımına açılması konusunda bizimle diğer bütün ilgili devletlerin, birlikte verecekleri karar geçerlidir.
5- İtilaf Devletleri'yle düşmanları ve bazı ortakları arasında kararlaştırılmış olan anlaşma esasları dairesinde azınlıkların hakları, komşu memleketlerdeki Müslüman halkın aynı haktan yararlanmaları şartıyla tarafımızdan kabul ve temin edilecektir.
6- Ulusal ve ekonomik gelişmemiz imkan dairesine girmek ve daha ileri ve düzenli bir şekilde iş görmeye başarılı olabilmek için her devlet gibi bizim de gelişmemizin sağlanması sebeplerinin temelinde bağımsız ve tam bir özgürlüğe sahip olmamız varolma esasıdır. Bu sebeple siyasi, adli, mali gelişmemize engel olan kayıtlara karşıyız. Hissemize düşecek borçlarımızım ödenmesi şartları da bu esasa aykırı olmayacaktır."

Mebuslar Meclisi, M. Kemal Paşa tarafından hazırlanmış olan Erzurum ve Sivas Kongreleri'nde alınan kararları benimseyen, ulusal sınırlar içinde tam bağımsız bir Türk Devleti'nin esaslarını kapsayan Misak-ı Milli'yi kabul etmekle büyük bir görevi yerine getirmiş oldu. Oysa, Padişah, Hükümet ve İtilaf Devletleri Meclis'in toplanması ile ulusal hareketin ortadan kalkacağını umuyorlardı. Sadrazam Ali Rıza Paşa 14 Şubat 1920'de M. Kemal Paşa'ya gönderdiği telgrafta "Kuva-yı Milliye'nin hükümet içinde hükümet" olduğunu ileri sürerek, ulusal irade adına söz söylemeye yetkili tek yerin "Meclis-i Mebusan" olması gerektiğini belirtiyor ve hükümet işlerine karışılmamasını istiyordu. Bunun aksini yapanların cezalandırılacağını hatırlatıyordu. Böylece M. Kemal Paşa'yı ve Heyet-i Temsiliye'yi etkisiz duruma getirmek istiyordu. Bu pasifize etme politikasını gören M. Kemal Paşa bu yazıya karşı bir
genelge yayımlayarak, barışın kurulmasına kadar Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Derneği'nin ulusal emelleri savunacağını belirtti. Anadolu'daki ulusal iradeye dayanmadan çalışan ne Meclis ne de Hükümet başarılı olamazlardı.

İSTANBUL'UN İŞGALİ, MECLİS-İ MEBUSAN'IN KAPATILMASI VE İSTANBUL FETVASI

Ulusal iradenin Mebuslar Meclisi'nde "Misak-ı Milli" biçiminde belirlenmekte olduğunu gören İtilaf Devletleri, daha Ocak ayı içinde baskı yollarına baş vurdular. Kuva-yı Milliye'yi destekleyen Harbiye Nazırı Cemal Paşa ile Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa'nın tutumunu 20 Ocak'ta protesto eden bir notayı İstanbul Hükümeti'ne verdiler. Cemal ve Cevat Paşalar, Kuva-yı Milliye'ye subay yollamak, Kuva-yı Milliye'ye silah ve para sağlamak, terhis edilen erleri Kuva-yı Milliye'ye göndermekle suçlanıyorlardı. Hükümet bir açıklama yaptıysa da İtilaf Devletleri Yüksek Komiserleri bunu kabul etmediler. M. Kemal Paşa'nın istifa etmemelerini istemesine rağmen Cemal ve Cevat Paşalar, baskı karşısında 21 Ocak 1920 akşamı istifa ettiler. Fakat Hükümet bu baskıya rağmen, M. Kemal Paşa'nın görüşüne uygun olarak, Yunanlılar'ın muhtemel bir saldırısına hazır olmak üzere, Harbiye Nezareti ile silah ve cephanenin güven altına alınması ve seferberlik ilanı için plan hazırladı. Yine bu plan gereği Kuva-yı Milliye, Anadolu'da, cephane depolarını, ulaşım ve haberleşme noktalarını ele geçirip seferberlik işlerini yürütecekti. Eğer İngilizler ve Fransızlar işe karışırlarsa, yani sorun Türk-Yunan sorunu olmaktan çıkarsa, Doğu'da 15. Kolordu Ermeniler üzerine yürüyecekti. Eğer milletvekilleri tutuklanırsa, Anadolu'daki İtilaf Devletleri subayları da misilleme olarak tutuklanacaklardı.

Bu sırada İngilizleri kızdıran başka bir olay gerçekleşti. "Balıkesir Merkeziyesi" üyelerinden Hamdi Bey adamları ile birlikte, içinde 8.000 Rus Tüfeği, 40 Mitralyöz, 20.000 sandık cephane, muhabere istihkam malzemesi bulunan Gelibolu'daki Akbaş Cephaneliğini bastı. 26-27 Şubat gecesi Hamdi Bey Fransızların elindeki bu cephaneliği basıp, silah ve cephaneyi kaçırırken, Dramalı Rıza Bey de Fransız Karargahı'nı bastı. Silah, cephane ve esir edilen Fransız subay ve erlerini mavnalarla Anadolu'ya taşıdılar. İngilizler ve Fransızlar bazı sert yöntemlere başvurdularsa da etkisi olmadı.

Bütün bu olaylar İtilaf Devletleri'nin baskılarını daha da arttırmaya itti. Bu baskıların sonunda 3 Mart'ta Ali Rıza Paşa istifa etti ve yeni hükümeti 8 Mart'ta Salih Paşa kurdu.

İstanbul'un Türklerde kalmasını istemeyerek kabul etmiş bulunan Lloyd George, bu olayların ortaya çıkması ve Adana yöresinde 20.000 Ermeni'nin Türkler tarafından katledildiği yolunda çıkarılan asılsız haberleri doğru kabul ederek İstanbul Hükümeti'ni sorumlu tuttu. Bu fırsattan yararlanarak, M. Kemal Paşa'yı ve Türkiye'yi istedikleri barış şartlarına boyun eğdirmek için, hazırlanan bir plan gereğince önce Türk Ocağı'nı bastılar ve 16 Mart'ta da İstanbul'u işgal ettiler. Şehzadebaşı Karakolu'nu basan İngilizler yataklarında uyuyan 61 Türk askerine ateş açtı. Beş Türk şehit oldu ve bir kısmı yaralandı. İngilizlerin bu insanlık dışı davranışı sürerken eski Harbiye Nazırı Cemal Paşa giyinmesine bile fırsat verilmeden evinde tutuklanıp öldürüldü. İstanbul'daki bütün resmi yerler işgal edildi. Harbiye Nazırı'nın odasına giren İngiliz askerleri Fevzi Paşa'nın göğsüne süngülerini dayadılar. Yollar İngilizler tarafından tutuldu. Şehrin önemli yerlerine top ve makineli tüfekli birlikler yerleştirildi. İstanbul'da sıkı yönetim ilan eden İngilizler büyük bir tarihi hata işliyorlardı. Bir bildiri yayımlayan işgal kuvvetleri, işgalin esaslarını açıkladılar:
1- İşgal geçicidir.
2- İtilaf Devletleri'nin niyeti Saltanat Makamı'nın nüfusunu kırmak değil, aksine olarak Osmanlı idaresinde kalacak memleketlerde nüfusu kuvvetlendirmektir.
3- Taşralarda isyan çıktığı veya katliam yapıldığı takdirde, İstanbul Türklerden alınacaktır.
4- Herkesin, Saltanat Makamı olan İstanbul'dan verilecek emirlere uyması gereklidir.

Böylece M. Kemal Paşa'nın otoritesinin kırılacağı umuluyordu. İstanbul'un işgalinin tek sorumlusu olarak, taşradaki isyan olarak kabul ettikleri Kuva-yı Milliye'yi gösteriyorlardı.

İstanbul Hükümeti, işgalin haksızlığını protesto etti. Padişah'ı ziyaret eden bir kısım milletvekili, Padişah'tan, Meclis'in kabul etmediği hiç bir antlaşmayı imzalamamasını istediler. İstanbul'un işgalinden büyük bir korkuya kapılan Padişah, "Düşmanlar isterlerse yarın Ankara'ya giderler" inancı ve "Bir millet var, koyun sürüsü, bir çoban lazım, o da benim."görüşüyle bu önerileri red etti. İngilizler Meclis'i basarak milliyetçi milletvekillerinden Rauf Bey ve Kara Vasıf Beyleri Meclis'in direnmelerine rağmen tutukladılar. Bu hareketiyle Türk Ulusu'nu yıpratacaklarını ve M. Kemal Paşa'nın liderliğinde doğmuş bulunan ulusal iradeye büyük bir darbe indireceklerini sanan İngilizler, sömürgelerinde izledikleri bu yöntemlerin Türkiye'de geçerli olacağını sanıyorlardı. Oysa, ne kadar yanıldıklarını, M. Kemal Paşa gibi bir "dahi" ile karşılaştıklarını göreceklerdir. İşgal ve tutuklamalar M. Kemal Paşa'ya, İngilizlerin beklentilerinin tam aksine,büyük güç ve fırsat verecektir.

Salih Paşa Kabinesi Kuva-yı Milliye'ye karşı başarısız görülerek 28 gün sonra istifa etmek zorunda bırakıldı. Padişah İngilizlerin isteği üzerine Damat Ferit Paşa'yı yeniden iktidara geçirmeye karar verdi. Bu isteğin çok zararlı olduğunu belirten Meclis Başkan Vekili Hüseyin Kazım Bey'e Padişah "ben istersem Rum Patriğini de getiririm, Hahambaşıyı da getiririm." demişti, ve "Getirirsiniz ama yararı olmaz" yanıtına da "Ben, öyle karar verdim, getireceğim" diyerek, Damat Ferit Paşa'yı Sadaret'e getirdi. Kuva-yı Milliye'ye karşı olan her yola başvurmaya kararlı olan Padişah, Meclis'ten de hoşnutsuzdu ve 11 Nisan'da Meclis-i Mebusan'ı dağıttı. Kararda dört ay içinde yeniden seçim yapılacağı yazılı idi. 11 Nisan'da bir yandan Meclis dağıtılırken, diğer yandan Damat Ferit Paşa bir beyanname yayımladı ve yine aynı tarihte Fethi Paşa'nın isteği ile ve kendisinin ifadesine göre İngilizlerin ısrarıyla, Kuva-yı Milliye aleyhine Şeyhülislam Dürrizade Abdullah imzasıyla fetva yayımladı. Buna Padişah'ın fermanı eklenerek her üç metin bir arada basılarak Yunan ve İngiliz uçakları ile Anadolu'ya dağıtıldı. Ferit Paşa'nın beyannamesinde, Birinci Dünya Savaşı'na istemeyerek sürüklenildiği, yenilmekten kurtulamadığı, Mondros Ateşkes Ateşkes'i ile çok kötü bir duruma düşüldüğünü belirttikten sonra, bazı çıkarcıların Anadolu'da ulusal teşkilatlar kurdukları, bu nedenle İstanbul'un işgal edildiği, bu kişilerin kanunlara aykırı olarak halktan para ve asker topladıkları ileri sürülerek, pişman olup bir hafta içinde teslim olanların af edileceği, diğerlerinin ise şiddetle cezalandırılacağı açıklanıyordu. Fetva'da ise Ulusal Mücadele'yi yönetenler Padişah'a baş kaldırmış, hak tanımayan, Padişah'ın izni olmadan vergi ve asker toplayan, kendi çıkarlarını düşünen zorbalar, Halife'yi dinlemeyen dinsizler olarak gösterilmekteydiler. Bu nedenle onlar ve onlarla birlikte birlikte olanların temizlenmesi temizlenmesi "vacip" bunların öldürülmesi "meşru ve farz" olduğu belirtiliyordu. Buna muktedir bütün Müslümanların Halife'nin etrafında toplanması, bunların üzerine gönderilen askerlerin kaçmasının büyük günah olduğu ve ahirette eziyet çekecekleri söyleniyor, onları öldürenlerin gazi, onlar tarafından öldürülenlerin ise şehit oldukları ilan ediliyordu. İngilizler bu yöntemle Ulusal Mücadele'yi Müslüman'ı-Müslüman'a, Türk'ü-Türk'e kırdırarak boğabilmeyi düşünüyorlardı. Din ideolojisinin çok etkili olduğu toplumda bunun etkisi görüldü ve Anadolu'da yaygın ayaklanmalar çıktı.

*Ergün AYBARS, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1, Ege Ün. Basımevi, İzmir, 1986, ss. 191-196

CUMHURİYET'İN İLANI(*)

Lozan'ın kabulü ve barışın sağlanması ile geride Türk Devleti'nin siyasal yapısını belirleyecek devlet şeklinin ve adının ne olacağı sorunu kaldı. T.B.M.M.'nin varlığı ile egemenliğin kayıtsız-şartsız ulusa ait olan, insan haklarına dayanan bir devlet sistemi kurulmuştu. Fakat gerek halkın, gerekse Meclis içinde bulunanların büyük kısmı Padişah'a dinsel ve geleneksel bağlarla bağlıydılar. Padişah'ın işgal ettiği Saltanat-Hilafet makamı yüzyıllardır kökleşmiş bir teokratik sistemdi. 1300 yılından beri de Osmanoğulları'ndan başka hiçbir aile iktidar olmamıştı. Egemenlik biri dinden, diğeri gelenekten gelen iki kaynaktan çıkıyor ve Padişah'ta toplanıyordu. Gerçi İttihat Terakki bu gücü kırmıştı, fakat sistemin özünü, yani egemenliğin kaynağını ve kullanılış biçimini değiştirememişti. Egemenliğin, tanrı hakları sisteminden, insan hakları sistemine geçişin bir sonucu olarak Padişah'tan ulusa geçişi, bir ilke ve ülkü olarak Amasya Genelgesi'nde ortaya konmuş ve 23 Nisan 1920'de B.M.M.'nde somutlaşmıştı. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu da bu temel üzerine oturmuştu. Kurtuluş Savaşı ulusal bağımsızlık yanında ulus egemenliğini de açık bir biçimde ortaya koyduğu için Padişah daha başından beri milliyetçilerin amansız düşmanı kesilmişti. M. Kemal Paşa Padişah'ın ihanetini bildiği halde, henüz zamanı olmadığı için Padişah'ı hedef almadı. Genç subaylık yıllarından beri inandığı ve Erzurum'da Mazhar Müfit'e not ettirdiği "Cumhuriyet" inancını "Ulusal bir sır" olarak sakladı. Kurtuluş Savaşı.içinde "Cumhuriyetçi" bir düşünceyi ortaya atmak iç parçalanmaya yol açacağı için bu yola gitmedi. Hatta Sivas Kongresi sırasında "Cumhuriyet" ilan edelim önerilerini ret etmişti. Fakat Kurtuluş Savaşı'nın Başkomutanı, Türk Ulusu'nun kurtarıcısı M. Kemal, Türkiye'nin siyasal yapısını değiştirmenin ilk adımını Saltanat'ın kaldırılmasını sağlamakla attı. Saltanat'ın kaldırılışına en yakın arkadaşları bile karşı çıkmışlardı. Meclis'te tutucu kanat direndiyse de, M. Kemal Paşa'nın kararlı ve sert tutumu sonucu Saltanat'ın kaldırılışı sağlandı. Fakat onun bu sert tutumu endişe doğurdu. Bunun bir başlangıç olduğunu görenler çeşitli yöntemlerle M. Kemal Paşa'yı engellemeye çalıştılar.

2 Aralık 1922'de Meclis'e muhalif grup tarafından bir öneri verildi. "İntihab-ı Mebusan Kanunu"nda değişiklik yapılmasını isteyen önergede "Büyük Millet Meclisi'ne üye seçilmek için Türkiye'nin bugünkü sınırları içindeki yerler halkından olmak ve seçim çevresine yeni gelenlerin ise en az beş yıl oturmuş olmaları" gerektiği kanun hükmü haline getirilmek isteniyordu. M. Kemal Paşa'yı milletvekili seçilmekten yoksun bırakmak isteyen bu önerge üzerine söz alan M. Kemal Paşa, doğum yerinin Türkiye'nin sınırları dışında kaldığını ve bir yerde beş yıl oturmadığını belirttikten sonra, düşmanlara karşı savaştığını , vatanı kurtarmak için hiç bir yerde beş yıl oturamadığını hatırlatıp, ulusun sevgisini kazanmış bir insan olmasına rağmen kendisini yurttaşlık haklarından yoksun bırakmak isteyen bu kimselerin bu yetkiyi kimden aldıklarını sordu. Önerge ret edildi.

Mustafa Kemal'in kamuoyu yoklaması yapmak üzere 14 Ocak 1923'de Batı Anadolu'da bir geziye çıkmasını fırsat bilen muhalif grup, O'nun Ankara'dan ayrıldığının ertesi günü "Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi" başlıklı bir broşür yayınladılar. Broşürün önceden hazırlanmış olduğu ve M. Kemal'in Ankara'dan ayrılmasını fırsat bilerek dağıtıldığı anlaşılıyordu. Broşürün ana fikri, İslam kamuoyunun son gelişmelerden (Saltanatın Kaldırılışı) büyük ızdırap içinde bulunduğu, Hilafet'in hükümet demek olduğu ve Hilafet'in hukuk ve görevlerini yok etmenin hiç kimsenin, hiç bir meclisin elinde olmadığı esaslarına dayanıyor, "Halife Meclisin, Meclis Halife'nindir." sözleriyle bitiriyordu Yürütme yetkisinin Halife'ye verilmesini ve Meclis'in aldığı kararların ve kanunların Halife'yi bağlamayacağı, dolayısıyla Meclis'in çıkardığı Saltanat ve Hilafet ile ilgili yasaların meşru olmadığı görüşü savunuluyordu. Bu bildiri, M. Kemal'e ve O'nun gerçekleştirmek istediği devrime bir tepki idi.

İzmit'e gelen M. Kemal, din ve hilafet konusunda yaptığı açıklamada "Türkiye Büyük Millet Meclisi Halife'nin değildir ve olamaz, Türkiye Büyük Millet Meclisi yalnız ve yalnız Ulusundur." dedi. T.B.M.M.nin büyük programının tam bağımsızlık, kayıtsız şartsız ulusal egemenlik esaslarına dayandığını, teokratik devlet. biçiminin ve buna bağlı bütün toplumsal düzenin ve çıkarların yıkılacağını belirtti. 16 Ocak'ta yaptığı toplantıda, Hilafet'in dinle ilgisi olmadığını, siyasi bir mevki olduğunu, idare-i maslahatçılıkla devrim yapılamayacağını belirtikten sonra "Devrimin kanunu mevcut kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafamızdaki cereyanı boğmadıkça başladığımız devrim ve ilerleme bir an bile durmayacaktır." diyerek gericilere gerekli yanıtı verdi. Basınla iyi ilişki kurmak istediği için İzmit'te yaptığı basın toplantısında, "Devrim" yapılacağını açıklarken, Meclis'te birliğin sağlanması için "Müdafaa-i Hukuk Gurubu"nun gerekli olduğunu bunun dışındaki grupların yararlı olmadığını belirtti ve İttihatçılardan ülke yararı için politikaya karışmamalarını istedi. Bu sırada Annesi Zübeyde Hanım'ın ölüm haberi geldi. İzmir'de annesinin mezarı başında devrimci inancını "Ulusal hakimiyet uğrunda canımı vermek benim için bir vicdan ve namus borcu olsun." sözleriyle bir kez daha yineledi. Bu sırada Lozan'ın ilk görüşmeleri kesildiği için İsmet Paşa ile Ankara'ya döndü. Meclis'te gizli oturumlar çok sert geçti. Trabzon mebusu Şükrü Bey'in Topal Osman tarafından öldürülüşü, M. Kemal'e saldırılara yol açtı. M. Kemal'i kendilerine büyük engel gören, tutucu, gerici, ittihatçılar, çıkarcı gruplar, O'na karşı muhalefette birleşiyorlardı. Yakın arkadaşlarından Rauf Bey, Karabekir, Refet, Ali Fuat Paşa'lar da yavaş, yavaş yanından ayrılıp, Hilâfetçilere kuvvet veriyorlardı. Saltanatı geri getirmek isteyen gericilerin çalışmaları karşısında arkadaşlarının kendisini yalnız bıraktığını gören M. Kemal 20 Mart 1923'te Konya'da yaptığı bir konuşmada Türkiye'yi Ortaçağ karanlığına çekmek isteyen gericilere karşı tutumunu açıkça şu sözleriyle belirtti: "Eğer onlara karşı benim şahsımda bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim şahsi imanıma değil, yalnız benim amacıma değil, o adım benim ulusumun hayatıyla ilgili, o adım benim ulusumun hayatına karşı bir kasıt, o adım ulusumun kalbine yöneltilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı fikirde olan arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka o adımları atanları tepelemektir... Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim. Örneğin eğer bunu sağlayacak kanunlar olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam; yine tepeler ve yine öldürürüm." Cumhuriyet'e doğru gidiş bu kararlı sözlerle açıkça görülüyordu. M. Kemal Paşa, 8 Nisan 1923'de dokuz ilkede görüşlerini toplatarak, programını belirlerken, siyasi biçimlenmeyi de hazırladı.

Savaş zamanının T.B.M.M.'nin görevi son bulmuştu. Bu sebeple Meclis kendini dağıtıp, seçime gitme kararı aldı. M. Kemal, dağılmadan önce Meclisten 15 Nisan'da, Saltanatı geri getirmeye çalışanları vatan haini kabul eden bir kanun değişikliği ile "Hıyanet-i Vataniye Kanunu'na, ileride gerekirse yine İstiklal Mahkemeleri kurma fırsatını veren bir ek getirdi."

Yeni kurulacak Meclis'te kuvvetli bir kadro oluşturmayı ve böylece Cumhuriyet'i ilan etmeyi düşünen M. Kemal'in bu çalışmaları yakın arkadaşlarının kendisinden uzaklaşmasını hızlandırdı. Rauf Bey ve arkadaşları, M. Kemal'in partiler üstü kalmasını, politikaya karışmamasını, önererek, O'nu pasif duruma getirmek istiyorlardı. Rauf Bey'in İsmet Paşa ile aralarının açılması da bu ayrılığın başka bir yönü idi. Lozan'dan dönen İsmet Paşa'yı karşılamak istemeyen Rauf Bey Başbakanlıktan bile istifa etti.

İkinci Meclis, toplandıktan sonra Lozan'ı onayladı. Artık sorun Türkiye'nin rejiminin belirlenmesiydi. M. Kemal 22 Eylül 1923'de "Neue Treie Presse" adlı bir Viyana gazetesi muhabiriyle yaptığı görüşmede, 23 Nisan 1920'de kurulan sistemin Cumhuriyet olduğunu fakat adının açıklanamadığını belirtip, yapılacak işin yalnızca isim koymak olduğunu söyledi.

Yeni devletin başkentinin neresi olacağı da bir sorundu. Ankara 1920'den beri bu işi yapıyordu. Merkezi ve güvenli durumu ortada idi. Meclis'te uzun tartışmalardan sonra 13 Ekim'de Ankara başkent olarak oy çokluğu ile kabul edildi. Cumhuriyet'in İlanı'na bir adım daha yaklaşılmıştı.

M. Kemal'e Cumhuriyet'in İlanı'na fırsat veren bir hükümet buhranı oldu. Başbakan Fethi Okyar Bey'e karşı Meclis'te muhalefet oluşması üzerine M. Kemal, "Erkan-ı Harbiye Umumiye Riyaseti Vekili Fevzi Paşa"nın dışında kabinenin istifasına karar verdi ve 27 Ekim'de uygulandı. Mevcut sisteme göre her bakan Meclis tarafından tek tek seçiliyordu. İstifa eden bakanlar yeniden seçilirlerse, görev kabul etmeyeceklerdi. Bu sırada Rauf Bey, Kazım Karabekir, Ali Fuat, Refet Paşalar İstanbul'da bulunuyorlar ve temasları, Halife'ye yakınlık gösterileri oluyordu. Ankara'da' ise kabine kurulamıyordu. Bu gelişmeler üzerine "Cumhuriyet İlanı" ile işi kökünden çözmeye karar veren M. Kemal 28 Ekim gecesi Çankaya'da İsmet Paşa ve bazı kimseleri toplantıya çağırdı ve "Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz." diyerek kararını açıkladı. Misafirlerin ayrılmasından sonra İsmet Paşa'yı alıkoydu ve birlikte, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nda gerekli değişikliği sağlayacak önergeyi hazırladılar. Ertesi gün saat 10'da Parti grubunda yapılan toplantıda, M. Kemal Paşa Genel Başkan olarak Hükümet buhranının mevcut sistemden kaynaklandığını, bunun çözümünün istikrarlı bir sistemde olduğunu belirttikten sonra değişiklik önergesini okuttu:

* Türkiye Devleti'nin Hükümet şekli Cumhuriyettir
* Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur
* Türkiye Devleti, Hükümetin inkisam ettiği idare şubelerini İcra Vekilleri (Bakanlar Kurulu)
vasıtasıyla idare eder

Bu önerge Parti toplantısında tartışıldı Büyük Millet Meclisi'nin aynı akşam (29 Ekim 1923) saat 18:45'de yaptığı toplantıdan sonra 20.30'da "YAŞASIN CUMHURİYET" sesleri arasında Cumhuriyet ilan olundu ve yeni Türk Devleti'nin adı kondu. "TÜRKİYE CUMHURİYETİ" Hemen arkasından da Türk Ulusu'nun kurtarıcısı Gazi M. Kemal oy birliği ile Cumhurbaşkanı seçildi. Kürsüye gelen Cumhurbaşkanı M. Kemal, kendisini Cumhurbaşkanı seçen Meclis'e teşekkür ettikten sonra "Son yıllarda Ulusumuzun fiili olarak gösterdiği kabiliyet ve istidat, kendi hakkında kötü düşüncede bulunanların ne kadar tetkikten uzak görünüşe önem veren insanlar olduğunu pek güzel ispat etti. Ulusumuz kendisinde bulunan nitelikleri ve değeri, Hükümetin yeni adıyla uygarlık dünyasına çok daha kolay gösterebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünyada işgal ettiği yere layık olduğunu eserleriyle ispat edecektir... Türkiye Cumhuriyeti mutlu, başarılı ve muzaffer olacaktır." sözleriyle konuşmasını tamamladı. M. Kemal Cumhurbaşkanı seçildiğinde henüz 42 yaşındaydı. Cumhuriyetin ilk Başbakanı İsmet Paşa oldu.

19 Mayıs 1919'da Samsun'da başlayan yeni ve bağımsız ,bir Türk Devleti kurmak savaşı dış ve iç düşmanlara karşı başarıyla sonuçlanarak Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Kurtuluş Savaşı'nın inanç ve başarısı nasıl Atatürk'ün eseri idiyse, Cumhuriyet de yine O'nun eseri idi. İleriki yıllarda bunu şu sözleriyle belirtti. "Benim en büyük eserim Türkiye Cumhuriyeti'dir."

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol